Kurumsal İletişim Açmazı (3)
Salim Kadıbeşegil çok ilgi gören Kurumsal İletişim Açmazı konusunu tartışmaya devam ediyor. Bu son yazıda Kadıbeşegil, özellikle son on yıl içinde dünyadaki değişim rüzgarlarından nasıl bir meslek beklentisi içinde olunduğuna işaret ediyor.
Kurumsal İletişim Açmazı (3)
Salim Kadıbeşegil
Özellikle son birkaç yıldır şirket organizasyonlarında kurumsal iletişim bölümlerinin içinde veya hemen yanı başında pek alışkın olmadığımız yeni kimlikler gözümüze çarpıyor. Örneğin; STK İlişkileri Yöneticisi, Sosyal Paydaş İlişkileri Müdürü, Kurumsal Sorumluluk (Sosyal değil) Direktörü, Çalışan Markası Uzmanı, Gönüllülük Yönetmeni, Sosyal Raporlamalar Uzmanı, Çevresel duyarlılıklar Merkezi, Sosyal Kıyaslamalar Merkezi, Sosyal Riskler Yöneticisi… Bunlar ilk bakışta hemen görebileceklerimiz. Dahası var tabii.
Bu saydığımız organizasyon kimlikleri birkaç yıl öncesine kadar ancak masallarda anlatılabilirdi. Her şey gibi kurumsal gereksinimlerde değişti. Önce neden değiştiğine bakalım sonra lafı kurumsal iletişime getirelim…
Kim ne derse desin 1992 Birleşmiş Milletler Rio konferansı ile birlikte bir kıpırdanma başladı ve insanlığın kendi eliyle kendini bir felakete sürüklemekte olduğu gerçeği gündeme geldi.
2002 Birleşmiş Milletler Johannesburg konferansı ile on yılda belirtilen konularda bir arpa boyu bile yol gidilemediği bir başka gerçek olarak karşımıza çıktı. Bunun sonucu olarak Kyoto İklim Değişikliği Protokolu, Küresel İlkeler Sözleşmesi ve 1999’da Seattle’da başlayan ve dünyadaki adaletsizliğe başkaldırı olarak sokaklara yansıyan hareketler değişimi tetikleyici unsurlar olarak ön plana çıktı. Gerek Rio, gerek Johannesburg, gerekse de Seattle başlayan ve arkasından dünyanın dört bir tarafında yapılan uluslararası liderler toplantılarının yapıldığı merkezlere yayılan hareketlerin özünde pek kimsenin dikkat etmediği “sivil toplum girişimleri” vardı.
Yani sivil toplum;
Gündemi belirliyor,
Hedefleri ortaya koyuyor,
Din, dil, ırk, cinsiyet, yaş, etnik kimlik ve sosyal statü ayrımı gözetmiyor,
Uluslararası ölçekte destek buluyor,
Liderlerden bağımsız sokaklarda kendini gösteriyor
Yaratıcı yaklaşımlarla ana akım medyayı etkiliyor
Hükümetlerin dikkatini çekiyor
Uluslararası kuruluşların gündemine giriyor
Uluslararası kuruluşların bu gündeme ilişkin hükümetler üzerindeki yaptırımlarını izliyor
Hükümetlerin, uluslararası kuruluşların, meslek kuruluşlarının, diğer sivil toplum kuruluşlarının, şirketlerin ve sonuçta sokaktaki sıradan vatandaşların gündemdeki konulara yönelik performansını internet ve sosyal medya aracılığıyla raporluyor…
Yani ortada bir “sivil toplum” meselesi var!
Tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar etkili, önemli ve yaptırım gücü yadsınamaz bir gerçek olarak karşımızda duruyor. Hatta, hatta, biz zaten bu işin içindeyiz.
Başta, insan hakları olmak üzere; çevre duyarlılığı, yoksulluk, savaşlar, göçler, ırk ayrımcılığı, su, hayvan, engelliler gibi yaşamın içindeki temel sorunlara karşı duyarlılık çıtamızı test ediyoruz. Çıtanın üzerinde kalanların içinde eylemlerde buluyoruz kendimizi. Çıtanın altında kalanlara sempatimiz devam ederken…
Bu konular gündemi oluştururken rekabetin kuralları değişti. Daha önceden rahatlıkla kazanılan paralar ve yapılan kârlar yerini, yeni kural, yasa ve yönetmeliklere bağlandı ve yenileri gelmeye devam ediyor. Örneğin uluslararası bir bankadan kredi kullanmaya kalktığınızda banka önce uluslararası sertifikasyondan geçmiş kurumsal sorumluluk raporunuzu istiyor. Bir diğeri etik uygulamalar performansı raporunuzu istiyor.
Türkiye’de yapılmak istenen 4 bin civarındaki hidroelektrik santralının yasal olarak tüm eksikliklerini tamamlamış olmasına karşın; kapı gibi ÇED (Çevre, etki değerlendirme) raporları elde iken neden toplumsal direnişle karşılaşıldığını ve neden bunları yapmak isteyen şirketlerin rahat bırakılmadığını bir düşünün. Yani yasalara harfiyen uymak bile yetmiyor. Onların ötesinde bir toplumsal mutabakat gerekiyor.
Tüm bu olup bitenle şirket organizasyonunda kim ilgilenecek?
Aslında, işin özünde birileri ile “ilişkileri yönetmek” var. Bu ilişkilerin yönetilmesinde güvenilir ve tarafsız olmak işlerin ilerlemesi için son derece önemli. Toplumsal mutabakatın ön planda olacağı bir içeriğin yönetilmesinden söz ediyoruz.
Organizasyonal disiplin içinde baktığımızda adında da yer aldığı gibi “halkla ilişkiler” bunun en kuvvetli adayı olmalı. Ancak meslek yıllar içinde o kadar medya ilişkileri odaklı ve “sahibinin sesi” olarak kendini konumlandırdı ki, inandırıcılığını kaybetti. Gücü, kuvveti hala yerinde ama diğer konularda. Şirket organizasyonlarında çok eski yıllardan beri var olan “kurumsal ilişkiler” bir diğer kuvvetli aday olabilirdi ama onlarda fanatik taraftarların uzantısı olan lobicilikte uzmanlaştılar. Toplumsal mutabakatı teşvik etmek bir yana, bu mutabakatın tam karşısında olmayı yeğ tuttular!
İki arada bir derede kalındı derken “kurumsal iletişim” imdada yetişti… Aslında olması gereken yapılanmalarda kurumsal iletişim stratejik bir konumlandırma ile fayda üretiyor. Bunun sonucu olarak da “denetleyici” rolü var! (Siz buna şeytanın avukatı da diyebilirsiniz)
Taktiksel ve uygulamaya dayalı alanları diğer iletişim ve ilişki disiplinlere (kendi kontrolünde olmak koşuluyla) bırakıyor.
Buralardan nereye varıyoruz?
Kurumsal iletişim şirketlerde sosyal paydaşların sesi olarak icra ve yönetim kurullarında var ise gerçek bir kavramsal açılımdan söz edebiliriz. Yani bir kurumsal iletişim yöneticisi, şirketin 5-8 milyon dolar para kazanmayı umduğu bir kampanyanın görüşüldüğü toplantıda “bu sosyal paydaşlarımızın çıkarlarına ve bizden beklentilerine aykırıdır” diyebiliyorsa işlevini yerine getiriyor demektir.
Şimdi akademik dünyaya ve ilgili meslek örgütlerine iş düşüyor. Halkla ilişkilerde yapamadığımızı en azından kurumsal iletişimde kaçırmamak. Sosyal paydaşların şirketlerdeki sesi olacak bir meslek disiplinine bilimsellik kazandırmak. Bunu beceremezsek eski hamam eski tas! Kızım sen çal sen söyle!